Ontolojinin Osmanlıcası

|   Kültür ve Sanat

Başbakan Ahmet Davutoğlu, akademik kariyerini hatırlatmaktan, olmadı hissettirmekten keyif alıyor. Özellikle gerekli gördüğü yer ve zamanlarda konuşmasını felsefi terimlerle süslemeyi de seviyor. Bir grup konuşmasında "epistemoloji", Kongre konuşmasında da "ontolojik" kelimelerini rahatlıkla kullandı.

Bunları, Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan'ın bir zamanlar ortaya attığı "Türkçe felsefe yapılmaz diyenler ırkçıdır" mealindeki tezine karşılık olsun diye mi, yoksa daha sonra ileri süreceği "Türkçe felsefe ve bilim yapmak için yetersizdir" iddiasını, önceden sezerek, desteklemek için mi konuşmalarına serpiştirdiğini bilemeyiz. Ama neresinden bakılırsa bakılsın, onun da sıkıntısını çektiği bir felsefi dit sorunu olduğu açıktır. Türkçe, yerleşik kimi felsefi terimleri ve kavramları karşılamakta zorlanıyor! Bunu kabul etsek bile, Osmanlıca konuştuğumuzda sorunun ortadan kalkacağını aklımız başımızdayken iddia edebilir miyiz?

Osmanlıca bu işin altından kalkabiliyor muydu?

Örneğin Davutoğlu ontoloji yerine, Osmanlıcaya sadık kalarak ne diyebilirdi? Bu konuya en çok kafa yormuş dilcilerden Orhan Hançerlioğlu, "Felsefe Ansiklopedisi" adını verdiği çalışmasında, ontoloji karşılığı olarak Osmanlıcada (ki o buna eski Türkçe diyor) şu karşılıkların kullanıldığını saptamış: Mebhasi vücûd, Felsefei ûlâ, Umumi mâbâdettabiîye, İlmülmükevvenât, Mebhasi leddünnnîyât...
Kavramı ilk kullanan Aristo olduğuna ve İslam dünyasında felsefeyle ilgilenen herkesin Aristo'yu "üstat" kabul ettiğine göre, çok eski zamanlardan bu yana pek çok Arap, Fars veya Türk düşünür bu kelimeyi bir biçimde kendi dillerine çevirmeyi denemiş olmalı. Karşılık çokluğu bu yüzdendir. Davutoğlu bunlardan hangisi tercih ederdi bilemeyiz ama hangisini kullanırsa kullansın, konuşması hiç de "ontolojik" dediği anda kazandığı havaya ulaşamazdı! Yani işlevli olmazdı!

Sorun budur. Felsefi kavramlar, ister gündelik hayat içinde, isterse akademik-bilimsel literatürde olsun, belli bir bağlam içinde belli bir işlev yüklenirler ve anlamları da içerikleri de burada açıklık kazanır. Can sıkıntısından bunalmış bir ev kadınının "galiba ontolojik bir sorunum var" demesi, komşusu tarafından anlaşılmasa da, psikiyatrına yardımcı olabilirdi. Fakat "derd-i mebhasi vücûddan mustaribim" dediğinde, Davutoğlu dahil, bunu anlayacak kimseyi bulamazdı.

Felsefeyi anlayamıyorum!

Pek çok okurdan aynı yakınmayı duymuşuzdur. Felsefenin başka dillerden gelmiş kelimelerden oluşan ayrı bir dili olduğu kanısı yaygındır. Anlayamamanın nedeni de bu sanılır. Tek tek kelimelerin anlam karşılıklarının toplamından cümlenin anlamını çıkarmaya çalışarak okunmuştur nice kitap. Felsefe terimleri sözlüklerinden medet umulmuş, karşılık üretmeye çalışılmıştır. Kuşkusuz, eski Türk Dil Kurumunun çabasında, felsefenin anlaşılır kılınması amacı yoktu. Türkçe felsefe yapmak, bir ulusal mesele olarak anlaşılıyordu. "Dilimizi yabancı diller boyunduruğundan kurtarmak" gibi büyük bir hedef vardı ve Türkçenin kendi başına felsefe yapmaya yeteceği gibi bir iddiayı da kanıtlamak istiyordu. Kurum dışındaki Türk-çeciler de çevirdikleri kitaplarda abartılmış bir "öz-Türkçe" gösterisine bu yüzden girişiyorlardı. Bu, işi daha da güçleştirmekten öte bir sonuç vermedi. Örneğin Aziz Yardımlının kitaplarını okuyanlar, "kıpı" gibi bir kelimenin aslında Hegel'in hangi kavramına karşılık olarak kullanıldığını öğrenmek için metnin aslına ya da daha önce yapılmış başka çevirilerine bakmak zorunda kalıyorlardı.

Yine bu işe en fazla emek vermiş olanlardan Hançerlioğlu, örneğin "diyalektik materyalizm" yerine "eytişimsel özdekçilik" terimini önermişti. Kökenler üzerinden yapılmaya çalışılan bu eşitleme çabasının sonuçtan alınamadı. Dialog, eyitmek ile eşitlenince, Diyalektik eytişmek oluyordu; materia özdek ile eşitlenince, materyalizme de özdekçilik diyebiliyorduk ama diyalektik materyalizm, eytişimsel özdekçilik olamıyordu! TDK'nın tarihi bu yüzden çok büyük bir uydurulmuş kelimeler mezarlığı gibidir. Ontoloji yerine varlıkbilim, epistemoloji yerine bilgibilim denilince, ne Türkçe "yabancı diller boyunduruğundan" kurtulabildi, ne de felsefe "anlaşılır" hale gelebildi.

Şimdi, Osmanlıcaya dönerek felsefe yapma ve felsefeyi anlama yolunun açılabileceğine gerçekten inanılıyor mu bilinmez; ama bunu iddia edenlerin tek ve sabit amacının Osmanlıcılığı her alanda ve zihnimizin her köşesinde egemen kılmak olduğu açıkça biliniyor.

Öyleyse soru "hangi dil kullanılırsa bilim ve felsefe yapılabilir" değildir.
Bir dilin felsefe yapmaya elverişli olup olmadığını tartışmak da tamamen anlamsızdır. Dünyayı doyuracak kadar felsefe yapılan Almancanın, felsefeyi doğuran dil olduğu söylenebilir mi? Bir başka deyişle, Almanlar dilleri uygun olduğu için mi bolca felsefe yapmışlardır? Çarşıda, pazarda hangi Alman, fenomenoloji kelimesini kullanır ki? Öyle olsaydı, Hegel neden anlaşılmamaktan yakınsındı ki?
Demek ki felsefenin zor anlaşılır görünmesinin nedeni, kullandığı "yabancı kelimeler" değildir.

Öyleyse, herhangi bir ditin felsefeye elverişli olup olmadığı, herhangi bir dilin bir başkasına göre bu bakımdan daha üstün ya da geri olabileceği yolundaki tartışmalar da tamamen boştur.

Felsefe yapmak!

Sorun, o dilde konuşan insanların tarih boyunca felsefe yapıp yapmamış olmalarındadır. 0 açıdan bakılınca gerçek apaçık görünür: Türkçe konuşan insan toplumlarında sistematik felsefe kurucusu olarak tanınan kimse çıkmamıştır.1 Kuşkusuz bunun nedeni üzerine tarihsel planda pek çok şey söylenebilir, tartışılabilir. Ama gerçek değişmez.

Eğer bir sistematik bir felsefe kuramamışsanız, filozof diye ortaya çıkan insanlarınız kendilerine "feylesof" demiş ama asla bir felsefi sistem inşa etmemişler ise, sizin diliniz, ister eskisi ister yenisi olsun, "felsefece" konuşamaz! Kurucuların kavramlarıyla konuşmak, söylenenleri onların yarattığı kelimelerle tartışmak zorundasınızdır. Felsefe dili, her felsefi sistemin kendisine özgü kavramlarından oluşur. Soyut kavramlar arasında işlem yapmak, yine her felsefenin kendince benimsediği yöntemlerle gerçekleşir. Böylece tutarlı her sistematik felsefenin kendiyle uyumlu bir mantık yolu bulunur. Onun da yine kendisine özgü kavramları, tanımları vardır.

Kısacası "felsefe yapmak" kolay değildir ve hele dil aramakla çözülecek bir iş değildir.

Eğer Osmanlıca tutkusu, geleneklere, köklere dönüş özlemi olarak ortaya çıkıyorsa, orada özellikle felsefenin toslayacağı taş duvarlardan en sağlamıyla karşılaşılacağından kuşku duyulamaz. Selçuklulardan bu güne bütün devlet büyüklerinin gözdesi olagelmiş Gazali, bilginin kökenini vahiyde gören geleneği kurmakla, felsefe yapmanın önünü kesmemiş miydi? Devlet otoritesinin mutlaklığı ile bilginin kökeni sorunu birbirine bu kadar sert bağlanmışken, kim hangi dilde aklını kullanmaya cesaret edebilirdi? Davutoğlu'nun sevdiği kelimeyle epistemoloji, Gazali'den sonra "ilmi kelam"dan başka bir şey olamamıştır. Sınırları zorlayanlar kâfir ve müşrik ilan edilmiştir. Geleneksel kanaatten başlayarak aşağıya inen bu algı yüzünden halk arasında da, filozofla dinsiz kelimeleri aynı anlamda kullanılmaz mı?
"Çok çalışma felsefeye, aklın gider vesveseye" gibi bir atalar sözümüz yok mu?

Büyük aldatmaca

Osmanlının da dâhil olduğu din ve devlet geleneğinin kurucusu ve uygulayıcısı olanların tümü, felsefeyi de bilimi de din karşısında bir tehdit olarak görmüş ve katı sınırlar içine hapsetmeye çalışmışlardır. Osmanlıca-nın ve eski yazının kullanılmasından vazgeçildiği günü bir felaket günü olarak ananlar, "bir sabah uyandık, hepimiz cahiliz!" lafını pek severler. "Mezar taşlarını okuyamamak" biçiminde özetlenen bu cahillik hali, aslında geçmişten bize kalan bilim ve felsefe mirasının da özetidir. Okuyamadığımız ve onu okuyamadığımız için cahil kaldığımız ne var?

Eski yazı, biçimsel etkisi dolayısıyla da mistik bir bilinmezlik duygusu yaratırdı. Yazılı her kâğıt parçasını dua zanneden ve yerde bulduğunda öpüp başına koyan bir halkız! Boynuna küçükken asılan muskayı sonradan açıp okutturmaya çalışan bir garibanın tamamen uydurma çiziktirmelerden medet umduğunu öğrendiğinde kapıldığı ihanete uğrama duygusunu, bilim ve felsefe adına çiziktirilmiş olanları okuduğumuzda milletçe yaşayacağımızdan kimse kuşku duymasın.
Osmanlının en büyük âlimlerinden sayılan Gelibolulu Mustafa Ali Efendinin, doğa olayları ve dünyanın evrendeki yeri hakkında yazdıklarını bugün ancak mizah niyetine okuyabiliriz. Deprem, med ve cezir, yağmur vs. hakkında, hepsini görevli meleklerin işi olarak açıklayan hoş yazılardır. Dünyanın düz ve öküzün boynuzları üstünde durduğuna dair tezi de öyle. Ve o bunları yazarken, birileri çoktan Amerika'yı keşfetmişti!

1 Yılmaz Öner'i bu genellemenin dışında tutuyorum. 0 kedisine özgü bir dili olan. iktisat, fizik, biyoloji, sosyoloji, tarih vs. gibi pek çok bilim alanına uygulanabilir olduğunu düşündüğü ve prodeterminizm adını verdiği gerçek anlamıyla sistematik bir felsefenin kurucusu idi. Ne yazık ki geç kalmıştı!

Evrensel Kültür, Sayı 278

Geri

 

Card image cap
înfo Magazin
Daha fazlasi için

YouTube
Card image cap
Türk Sanat Müziği
Daha fazlasi için
Card image cap
Mesleğe Adım Adım
Daha fazlasi için
Card image cap
İstekler Programı
Daha fazlasi için
Card image cap
SALI SALI Hakan
Daha fazlasi için